Hayatı efsânelerle karışan mutasavvıf Türk şâiri. 13. asrın türlü siyâsî çalkantılar ve dinî düşüncelerle, çöküş ve yeni doğuşların sancısıyla şekillendiği dağdağalı dünyâsında doğmuş ve yaşamıştır. Selçuklu otoritesinin zayıfladığı, Moğol baskısının ağırlaştığı, halkın ümitsizlik içinde kıvrandığı Anadolu coğrafyası hayır ve şerrin izâfiyetini, her şeyin Allah’ın takdiri olduğunu telkin eden sûfilerin fikirlerini yaymaları için de müsait bir zemîn hâline gelmişti. Kalenderîler, Babâîler, Haydârîler gibi türlü tasavvuf zümreleri ve Kazerûniyye, Ahmedîyye, Mevlevîlik gibi tarîkat topluluklarının veya onların ilk nüvelerinin bu çağda etkili ve yaygın olmaları bahsedilen içtimâî huzursuzlukların sonucu olarak görülebilir.
Dîvânında kendisinden Tapduklu olarak da bahseden Yunus Emre, Tapduk Emre’nin dervişidir. Geleneksel rivâyetlere göre Tapduk Yazıcızâde Ali’nin Tevârih-i Âl-i Selçuk’una göre bir Selçuklu şehzâdesi olan Barak Baba’nın, o da Sarı Saltuk’un halifesidir. O da Seyyid Mahmûd Hayrânî’nin halîfesi kabûl edilmektedir. Kendi dîvânında Hacı Bektaş’la ilgili hiçbir atıf olmayan Yunus Emre’yi yine de onunla ilişkilendiren anlatımlar bulunmaktadır: Eskişehir’e yakın Sarıköy’de fakir bir çiftçi olan Yunus, buğday almak için Karahöyük’e, Hacı Bektâş-ı Velî’nin tekkesine gider. Geri dönmeden evvel Hacı Bektaş ona buğday yerine nefes teklif eder; fakat buğdayda ısrarcı olması üzerine istediğini verir ve yollar. Yolda aklı başına gelen ve tükenip bitecek buğday yerine sonsuz nefesi istemediği için nâdim olan Yunus geri dönüp nefes ister; ama Hacı Bektaş, “Bundan sonra olmaz, biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini onda bulsun” diyerek kendisini Tapduk Emre’ye yönlendirir. Yunus Emre’nin Tapduk’un hizmetinde bazı anlatımlarda otuz, bazı anlatımlarda kırk yıl çalışıp “Erenler dergâhına eğri odun girmez” diyerek bu zaman zarfında tekkeye hep düzgün odun taşıdığı, Tapduk’un kızıyla evlendiği ve onun nefesinin bereketiyle şâir olduğu belirtilir.
18 – 19. asır mutasavvıf şâirlerinden Süleyman Şeyhî’nin aktardığına göre Mevlânâ Yunus için, “İlâhî menzillerin hangisine çıktımsa bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim” demiştir. Onun târihî şahsiyeti de bulanıktır. Kimilerince Orhan ve I. Murad dönemlerini idrâk ettiği, Yıldırım zamanına ulaştığı hatta Kânûnî devri şâirlerinden sayıldığı bile olmuştur; fakat A. Erzi’nin bulduğu bir belge sâyesinde 1240 civârında doğup seksen iki yıl yaşadığı anlaşılmıştır. Yaşadığı yerle ilgili olarak da ihtilâflı fikirler bulunmakla birlikte Orta Anadolu’da, Sakarya nehri civârında doğup Nallıhan’a yakın Emrem Sultan’daki zâviyede, Taptuk Emre dergâhında ömür sürdüğü genel olarak kabûl görmektedir.
A. Gölpınarlı’ya göre, Yunus Emre’nin okuma yazma bilmeyen bir halk şâiri olduğu yönündeki iddialar da dîvânında sergilediği geniş kültürü, Hint, İran, Yunan ve Roma mitolojileriyle Kur’ân kıssalarından, sûfî menkıbelerinden, klâsik İslâm edebiyâtı figürlerinden bahsetmesi, Arapça ve Farsça terkipleri de yerli yerince kullanabilmesi bu iddiâları cerh etmektedir.
Mensup olduğu tarîkat konusunda da ihtilâflar olmakla birlikte A. Y. Ocak, Yunus Emre’nin bir Kalenderî-Melâmî dervişi olduğunu, bu yola Yesevî geleneğine bağlı yarı göçebe bir kültürden gelen popüler bir sûfî olan Tapduk Emre kanalıyla girdiğini belirtmektedir.
Yunus’un tekke kültüründen gelmesine rağmen Mevlânâ çapında bir panteist; fakat millî ruhtaki tesirinin lirizmi, yalınlığı ve Türkçesi dolayısıyla onunla kıyaslanmayacak derecede yüksek olduğu söylenmiştir. Bu sebeple olsa gerek, ona, Anadolu’da pek çok mezar yeri ve makam da atfedilmiştir. Bu, şüphesiz sevilen ve paylaşılamayan kişiliğiyle, yapmış olduğu seyahatlerin de izlerini taşıyan bir kutlu karmaşadır. Tesiri ve insancıllığı, asırlar sonra cumhuriyetin kurucu kadrolarının eliyle bir cumhuriyet hümanizmi yaratmak amacıyla da kullanılmış, bu durum belki de yaşamıyla ilgili menkıbelere yeni bir örtü olarak eklenmiştir.
Göktürk Ö. Çakır