Türkçülüğün mihenk taşlarından, 19. asrın sonu ve 20. asrın başlarında ilim ve siyâset sâhasında büyük hizmetler îfâ etmiş bir mütefekkir ve târihçi olan Yusuf Akçura, Kazan’a göç eden Kırım Türklerinden aristokrat bir ailenin mensubu olarak Moskova’nın doğusunda, Volga kıyısında yer alan Ulyanovsk’ta doğmuştur. Bu yer, eski adıyla Simbir olarak bilinir. Kendi tabiriyle ailesi; “Şimal Türklüğünün kadim ailelerindendir.” Babası çuha fabrikası sahibi fabrikatör Hasan Bey, annesi Yunusoğulları’ndan Bibi Kamer Bânu Hanım idi. 2 yaşında babasını kaybeden Akçura, annesi ile birlikte birkaç yıl sonra İstanbul’a göç ettiler. Annesi, İstanbul’da Dağıstanlı Osman Bey ile evlendi. Osman Bey, Yusuf’un tahsili ile yakından ilgilenmiş, Osman Bey’in, asker olması yönündeki telkinleri ve teşvikleri de kuvvetli olunca Yusuf Akçura, Kuleli Askeri Lisesi’nden sonra 1895’te Harbiye Mektebi’ne girmiştir.
Akçura’nın hatıra defterine göre askerî rüşdiyenin üçüncü sınıfında iken annesi ile birlikte baba yurdu Kazan’ı ziyarete gitmiş ve bu seyahatte İstanbul ile Kazan arasındaki medeniyet ve ümran farkı dikkatini çekmiştir. Rusların İstanbul’u berbat ve çamur deryası diye tahkir etmelerine kızmakla birlikte İstanbul’un bağımsız bir Türk şehri olmasına rağmen Rus yönetiminde bir şehirden geride olması dolayısıyla üzüntü duymaktan kendisini alamamıştır. Harbiye Mektebi yıllarında Necip Asım’ın, Veled Çelebi’nin, Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in Türkçülük ile alâkalı yazıları ve bunlarla beraber İsmail Gaspıralı Bey’in Bahçesaray’da neşredilen ve İstanbul’da da tâkip edilen Tercüman gazetesi, fikirlerinin teşekkül etmesinde büyük rol oynamıştır. Akçura, Rusya Türkleri ile Osmanlı Türklerini hemhâl etmek amacıyla Mâlûmat dergisinde yer bulan “Şehabettin Hazret” isimli ilk makalesini yazmış, henüz Harbiye’nin ikinci yılında iken Jön Türklük düşüncesine iştirâk edip, bu düşünceye hizmet ettiği gerekçesiyle 45 gün mahkûm edilmiştir. Kendisine, mahpus hayatından sonra aynı tavrı sergilerse okuldan ihraç edileceği bildirilmiş ve Erkân-ı Harbiye sınıfına ayrıldıktan birkaç ay sonra Taşkışla Divan-ı Harbî’sinde yargılanmıştır. Mahkeme mânâsız ve mesnetsiz kanaatlerle Akçura ve arkadaşı Hikmet Vefik Bey’i askerlikten uzaklaştırmış, aynı zamanda Akçura’yı müebbet olarak Fizan’a sürgün etmiştir. Buraya menfî olarak geldikten bir süre sonra arkadaşı Ferit Bey ile beraber kayık vasıtasıyla Fransa’ya kaçmıştır.
1899 yılında Fransa’ya gelen Akçura’nın Türkçülük hakkındaki fikriyâtı ve hissiyatı burada tekâmül etmiştir. Paris’te ilk tanıştığı Türk mültecilerinden eski bir Jön Türk olan Dr. Şerafeddin Mağmûmî, Osmanlıcılık fikrinin târumâr olduğunu, farklılık arz eden unsurlar arasında anlaşma ve dayanışma sağlamanın imkânsızlığını, Türk milliyeti siyâsetinden gayrı çıkar yol bulunmadığını kendisine izah etmiş ve Batılıların Doğu ve Türk düşmanlığından, -günümüzde olduğu gibi o vakit de- dillerine doladıkları adâlet ve insaniyet sözlerine inanmanın tam bir ahmaklık olacağından ve bütün bu hakikatlere Paris’teki tecrübesi ve gözlemleri sayesinde vâkıf olduğundan bahsetmiştir. Akçura’ya göre, bu telkinler kendisinde büyük izler ve tesirler bırakmıştır. Akçura, Paris’te Ahmed Rıza’nın Osmanlıcılığını, Mizancı Murad’ın İslâmcılığını ve Prens Sabahattin’in adem-i merkezîyetçiliğini Mağmumi’nin telkinleri doğrultusunda incelemek fırsatı bulmuştur. Niyazi Berkes, Yusuf Akçura’nın fikrî tekâmül merhalelerini dile getirirken: “Bu üç hizip arasında, çocukluğunda Rusya’dan gelmiş olan bir subaylık öğrencisi iken sürüldüğü Tripoli (Trablus)’dan Fransa’ya geçen, üçlerin en genci Sabahattin’den bir yaş büyük olan Akçuraoğlu Yusuf adlı bir genç vardı. İlhamını Auguste Comte’dan, Le Play’den değil, Science Politique okulunda devamı ettiği Albert Sorel, Emile Boutmy ve Franz Brentano gibi tarih, ekonomi ve milliyetler sorunu konularıyla ilgilenen profesörlerden alıyordu. Murat gibi Kafkasya’dan değil, Çarlık İmparatorluğu’ndaki milliyetlerin ayrılma ya da özgürleşme davasını oranın devrimci akımlarıyla beraberleştiren bir gelenekten geliyordu.” der. Yusuf Akçura, Paris’te üç sene boyunca Science Politique (Siyasal Bilgiler)’te eğitim görürken, okulundaki profesörlerin “ulus” mefhumu üzerindeki dikkatleri ve ehemmiyet vurgularından çıkarımlar yapıyordu. Bu tahsilin son senesinde yazdığı bitirme tezinde “Osmanlı devletinin bu şekliyle korunmasının artık mümkün olmadığına karar vererek, milliyet fikirleri bu derece geliştikten sonra çeşitli unsurları bir araya toplayarak millet meydana getirmek mümkün değildir” sözleri, bu konuda kanaatlerinin tebellür ettiğini göstermektedir. Ayrıca aynı dönemde, Ahmed Rıza’nın Şûrây-ı Ümmet ve Meşveret adlı gazetelerinde de yazıları çıkmaktadır.
1903 senesinde Fransa’da Essai sur l’histoire des institutions du Sultanat ottoman (Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihi Üzerine Deneme) başlıklı teziyle Siyasal Bilgiler’i bitiren Yusuf Akçura, Türkiye’ye dönmesi yasak olduğu için Rusya’ya, doğduğu yere döndü ve amcasının evine yerleşti. Günümüzde dahi önemsenen, üzerine değerlendirmeler yapılan, Türkçülüğün ilk kez bir tercih ve yordam olarak ortaya konuduğu “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesini burada kaleme aldı. 1904 yılında yazdığı 32 sayfalık bu makale, Mısır’da basılan Türk Gazetesi’nin 23-34’üncü sayılarında Nisan-Mayıs 1904’te neşredildi. Türk Gazetesi, bu makalenin yayınlanmasından birkaç ay evvel gazeteci Ali Kemal’in etrafında toplanan bir grup liberal tarafından Kahire’de yayınlanmaya başlamıştı. Akçura’nın bu çok konuşulan eseri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve parçalanmasını önlemeye yönelik çârelerin neler olabileceğine dâirdir. Üç Tarz-ı Siyaset’te üç temel eğilim üzerinde durmuş ve bu hususları irdelemiştir. Bunlar şöyle özetlenebilir:
- Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek,
- İslâm birliği fikrine dayanan bir siyâset izlemek,
- Irka dayalı bir Türk siyâsî ulusçuluğu meydana getirmek.
Osmanlı İmparatorluğu’nu içinde bulunduğu buhrandan kurtarmanın yolları olarak sunulan bu Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük fikirleri, Üç Tarz-ı Siyaset’te Akçura tarafından ilk kez siyâset şekilleri olarak ortaya konmuştur. Bu bağlamda, Akçura’nın Osmanlıcılık hakkındaki kanaatleri kısaca şunlardır: Bu fikir, (II.) Mahmud döneminde ortaya çıkmış, Abdülmecit döneminde gelişmiş, Sadrazam Âli ve Fuat Paşalar döneminde en üst mertebeye ulaşmıştır. Akçura, Osmanlılık ya da Osmanlıcılık fikrini hem sakıncalı hem de imkânsız olarak nitelendirir. O, sınırların muhafaza edilmesini devlet açısından kâfi bir ülkü olarak görmemektedir. İmparatorluk halkları örgütlendiğinde devletin kurucusu ve idarecisi olan Türkler eriyip gidecek, hükümranlık Arap ekseriyete tevdi edilecektir. Ayrıca, Osmanlı topluluklarının birbirleriyle kaynaşmayı arzu etmeyeceklerini de öne süren Akçura, dinî, siyâsî ve mezhep esaslı sebeplerle tüm Avrupa’nın buna taş koymak için gayret göstereceğini söyleyerek “Osmanlı milleti” meydana getirmenin beyhude bir çaba olduğuna kanaat getirmiştir. İkinci olarak İslâmcılık mevzuundaki kanaatlerini belirtelim: Akçura’ ya göre İslâmcılık, evveliyatta Osmanlı halkını Müslim – gayrimüslim diye ayıracak; fakat daha sonra dünyadaki bütün Müslümanları bir fikir etrafında toplayarak büyük bir birlikteliğe sebep olacaktı. Avrupalı yazarların Panislamizm dediği bu fikir Osmanlıcılık fikrinin zayıflamasıyla Abdülaziz zamanında başlamış olup, (II.) Abdülhamid zamanında fikirden eyleme dönüşmüş ve o dönemde Müslüman memleketlerinde yaygın bir Panislamist propagandaya girişilmiştir. Buna rağmen daha sonraları, Tanzimat’ın Osmanlı toplulukları arasında yaymayı amaçladığı siyâsî ve hukukî eşitlik artık söz konusu olmayacaktır. Hatta Türkler arasında bile mezhebe dayalı dinî çatışmalar çoğalabilecektir. Müslüman ülkelerin çoğunun idâresini ellerinde tutan Batılı devletler de bu fikrin gelişmesine müsaade etmeyeceklerdir. Nihâî olarak Türkçülüğü ele alan Akçura’nın bu mukadder fikir üzerine kanaatleri şunlardır: Bu siyaset tarzının tercih edilerek uygulanması, önce Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türklerin, Türk olmadıkları halde az çok Türkleşmiş olanların ve millî bilinçten yoksun olanların şuurlandırılması ve Türkleştirilmesi ile başlayacaktır. Asıl fayda, Asya ile Doğu Avrupa’da yayılmış olan Türklerin birliğinin sağlanması neticesinde meydana gelecek azametli bir siyâsî milliyete kavuşmakla sağlanacaktır. Türkçülük fikrinin uygulanmasında Osmanlı Devleti, Japonya’nın sarı ırk için oynadığı rolü oynayacak ve liderlik edecektir. Bu siyasete mâni olabilecek hususlar ise; önce Osmanlı Devleti’nde Müslüman olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesine imkân bulunmayan toplulukların Osmanlı Devleti’nden ayrılmak isteyecek olmaları, büyük bir Türk nüfusa sahip olan Rusya’nın da bu siyâsete geçit vermek istemeyeceği şeklinde ortaya konulmuştur. Ancak Türkçülüğün hâricî engelleri İslâmcılığa göre daha azdır. Netice olarak Akçura, Osmanlıcılığı uygulanması imkânsız bir siyâset olarak işaret etmiştir. İslamcılık ve Türkçülüğü ise, eşit sayılabilecek fayda ve zararlara sâhip olarak nitelemiş ve Türkçülük eğiliminin kendisini hissettirdiği makâlesini de şöyle bitirmiştir: ”Hülasa öteden beri zihnimi işgal edip de kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir.”
Yusuf Akçura’nın Rusya’da ikamet ettiği senelerde Türkçülük fikri buralarda yayılmaya müsaitti. Rus-Japon Savaşı ve onu takip eden 1905 ihtilâli ile Rus meşrûtiyetinin ilânı sırasında Akçura Rusya’da idi. Burada münâsip zemin bulmuş olan Türkçülüğü yaymak amacıyla Kazan’da tarih, coğrafya ve Osmanlı-Türk edebiyatı öğretmenliği yaptı. Kazan Muhbiri adlı bir gazete çıkarmaya başladı. Gaspıralı İsmail Bey, Ali Merdan Topçıbaşıoğlu, Abdürreşid Kadı İbrahimof gibi Türkçülerle birlikte 1905’te “Rusya Müslümanları İttifakı” adında bir parti kurdu. Bu partinin merkez idâre heyeti üyeliğine ve umumî kâtipliğine seçildi. Parti vasıtasıyla vicdan hürriyeti, hukuk eşitliği ve kültürel gelişmeye müsâit bir atmosfer için mücadele eden Akçura ilk seçimlerde Rus meclisi Duma’ya Kuzey Türklerinin girmelerine vesile olmuştur. Fakat kendisi o arada tutuklanarak seçimler bitene değin hapis yatmıştır.
1907’de Rusya’da katı yönetim tekrar güçlenmiş; meclisin dağıtılıp, yasaların Rus olmayanların aleyhine değiştirilmesiyle buna karşı yayın yapan Akçura tâkibâta uğramıştır. Böylece, Orenburg’ta neşredilen Vakit gazetesinde çıkan “Üç Haziran Vak’a-yi Müessifesi” adlı makâlesi dolayısıyla halkı hükûmet aleyhine kışkırtmak ithâmıyla tevkif edilmek için arandığı sırada Osmanlı Devletinde II. Meşrûtiyet’in ilân edildiğini öğrenince işlerini tasfiye ederek Ekim 1908’de İstanbul’a gelmiştir. Akçura, İstanbul’a döner dönmez, çalışmalarına aynı hız ve şevk ile devam etmiş; Ahmed Midhat, Emrullah Efendi, Necip Asım, Bursalı Fuad Raif, Rıza Tevfik ve Ahmet Ferit (Tek) gibi isimlerle birlikte 25 Aralık 1908’de Türk Derneği’ninin kuruluşunda yer almıştır. Akçura, 1909-1910 yıllarında Sırâtımüstakîm dergisinde yazılarını yayınlamaya başlamış; ömrü kısa olan Türk Derneği’nin yerine 18 Ağustos 1911’de Mehmed Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmed, Hüseyinzade Ali, Doktor Âkil Muhtar ile birlikte “Türk Yurdu” derneğini kurmuş, bu derneğin yayın organı olarak da Türk Yurdu dergisini çıkarmaya başlamıştır. Bu dergi, Akçura’nın idaresinde tam 17 yıl yayın hayâtında kalacaktır. Akçura, 1912’de açılan Türk Ocağı’nın kuruluşuna da aktif olarak iştirak etmiştir. 1913’te, Eski Şûrâ-yı Ümmette Çıkan Makalelerimden adlı derlemesi ile Osmanlı Saltanatı Müessesâtı Târihine Dâir Bir Tecrübe adlı eseri yayınlanmış, bir yıl sonra da Rusya’daki Türk-Tatar Müslümanların Şimdiki Vaziyetleri ve Emelleri adlı eseri basılmıştır.
Yusuf Akçura, 1916 senesinde “Rusya Mahkûmu Müslüman Türk-Tatarların Hukukunu Müdafaa Cemiyeti” adlı büyük bir siyasi örgüt kurdu. Bu örgüt Avrupa’nın çeşitli kentlerinde konferanslar verip yöneticilerle temasa geçerek Rusya’daki Türklerin haklarını dile getiriyordu. Akçura’nın buradaki konferansları bir muhtıra şeklinde Fransızca ve Almanca olarak da yayınlanmıştır. İsveç, Danimarka, Norveç, İsviçre ve ABD gibi o tarihlerde tarafsız olan ülkelere de Rusya’daki Türklerin hâl-i pürmelâlini anlatan ve nusrette bulunan muhtıralar göndermiştir. 1918 yılında Hilal-i Ahmer temsilcisi olarak Rusya’daki Türk esirlerini kurtarmak maksadıyla görüşmelerde bulunmak üzere Rusya’ya gitti ve bir seneye yakın burada kaldı.
1919’da Türkiye’ye dönen Akçura, Ahmed Ferit’in kurduğu “Millî Türk Fırkası”na katılmış ve bir müddet sonra İngilizler tarafından hapsedilmiştir. 1920’de hapisten çıkınca Selma Hanım ile evlenmiş, karı-koca Millî Mücadele’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçmişlerdir. Burada Dışişleri Bakanlığında Genel Müdür olarak görev yapan Akçura, 1923’te İstanbul milletvekili seçilerek Meclis’e girmiştir. Osmanlı Dönemi’nde İttihat ve Terakki ile organik bağları olmasını istemeyen ve Cemiyete üye olmayı reddeden Akçura, Cumhuriyet döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan milletvekili olmayı kabul etmiştir. 1925’te açılan Ankara Hukuk Mektebi’nde siyasî tarih hocalığına başlamış, Türk Ocağı neşriyâtı arasında Türk Yılı adlı salnâmeyi neşretmiştir. Burada, “Türkçülük” başlığı altında yayınlanan hacimli makâlesi, Türk milliyetçiliği târihinin neşv yılları açısından son derece değerli bilgileri ihtivâ etmektedir. Akçura, 1931’de Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumu’nu kurmakla görevli bilim adamları arasında yer almış ve 1932’de bu kurumun başına getirilmiştir. Akçura, Türk târihini belli bir tasnife göre değerlendiren isimler içerisinde, Cengiz Hân’ı merkeze almasıyla ayrılır. Târihyazıcılığımızda yerleşik İslâm öncesi ve sonrası bölümlemesinin hâricinde ortaya konulan bu fikirleri dolayısıyla bilhassa İslâmcılar tarafından tenkîd edilmiştir. Dârülfünûn reformundan sonra İstanbul Üniversitesi’nde Siyasî Tarih profesörlüğü de yapan Akçura, Kars milletvekili iken, 11 Mart 1935’te Haydarpaşa Garında kâlp krizi geçirerek vefât etmiştir. Kaybından 5 yıl sonra, Osmanlı Devleti’nin 18. asır sonu ve 19. asır başlarındaki kısa; fakat mühim bir safhasını ele aldığı Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Devri adlı çalışması, 9 yıl sonra ise Ta Kendim yahut Defter-i Âmâlim adlı otobiyografisi neşredilmiştir[1]. Her büyük Türkçü gibi, ömrü çetin mücadelelerle geçen Yusuf Akçura’nın Türkçülüğün bir fikir sistemi olarak vücut kazanmasındaki ve Türk milliyetçiliğinin teşkilatlanmasındaki rolü azımsanamaz.
Göktürk Ömer Ç