Başkurdistan’ın İşimbay kazâsının Küzen köyünde doğan Zeki Velidi, altı yedi yaşlarında babasından Arapça, annesinden ise Farsça’yı öğrenmiştir. Hâtırâtında erken yaşta bu dilleri öğrenmiş olmasının ileriki yıllarda kendisine çok zaman kazandırdığını, ilmî faaliyetlere daha fazla mesai harcamasını sağladığını belirtmiştir. Yine hâtırâlarından nisbeten kültürlü bir muhitte yetiştiğini anlıyoruz. Büyük dedesi Velid Bay, 19. asrın ilk yarısında evini Başkurt kanton reisleri, Rus general ve vâlileri, molla ve şeyhlerin toplantı mahfiline çevirmiş önemli bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Dayısı, hâtırâlarında, İbnü’l Esir’in İslam Tarihi’ni tercüme edip basmış, ayrıca Tarih-i Cevdet’i, Mehmet Ârif’in 93 Harbi hâtırâlarını (Başımıza Gelenler) okumuş, o devir ve şartlar içerisinde etrâfından haberdar bir insan portresi olarak resmedilmiştir. Ayrıca bu, Türk dünyasının çeşitli merkezlerindeki ortalama kültüre sâhip kişilerin, 19. asrın ikinci yarısından îtibâren birbirlerinden ne denli haberdâr olduğunu da ortaya koyan güzel örneklerden birisidir. Zeki Velidi’nin annesi ve babası da Arapça ve Farsça vâsıtasıyla klâsik kültüre ünsiyeti olan insanlardandır. Babası bir mutasavvıftan icâzet ve şeyhlik almış bir adam, annesi ise çok fasih konuşan, öğretmenlik de yapan ve arada şiir yazan bir kadındı.
Zeki Velidi, babasının arzusu doğrultusunda imam olmamak için “sırtındaki torba içinde bir yuvarlak ekmek, bir kangal kazı, bir cumak kuru peynir (kurut) ve bir miktar çay olduğu hâlde ayrıldı.” Orenburg ve ardından Kazan’a giderek Kasımiye Medresesi’nde eğitimini tamamladı. Burada Rus şarkiyatçılarından bazılarını tanıma imkânı buldu; onların vâsıtasıyla Türk târihine merak sardı ve Prof. Katanov’un yardımıyla Türkistan’a ilk araştırma gezisini düzenleyerek ilmî çalışmalarına başladı. Bir taraftan da Müslüman halkların, bilhassa Başkurtlar’ın siyâsî meseleleriyle ilgilenmeye başlayan ve bu maksatla Petersburg’a giderek burada Ufa temsilcisi sıfatıyla Duma Müslüman Fraksiyonu’na yardımcı olan ve ilk defa V. V. Barthold’la tanışan Zeki Velidi, 1917 komünist ihtilâli sonrasında, Rusya halkları için bir serbestiyet doğma ihtimâli üzerine ve Başkurtlar’ın siyâsî beklentilerini karşılamak amacıyla siyâsî faaliyetlere devamla Başkurt özerk hükûmetinin kurulmasına öncülük etti. Her ne kadar 1918’in ilk aylarında Kızıl Ordu bu millî teşekkülü, Volga bölgesindeki diğer organizasyonlarla birlikte tasfiye etse de, yaklaşan iç savaşta yeni rejimin geleceğinin Müslüman halkların tavrına bağlı olduğu düşüncesiyle Tatar – Başkurt Sovyet Cumhuriyeti kurulmuş ve Zeki Velidi bu süreçte Sovyetler safında taraf tutmak zorunda kalıp devrimin üç pişdârı olan Lenin, Troçki ve Stalin’le görüşmüş; fakat komünist vaatlerin birer palavradan ibâret olduğu anlaşılınca 1920’de Türkistan’a giderek Basmacılar’ın arasında Rus karşıtı mücâdeleye katılmıştır. Bu mücâdele günlerinde, o sırada Buhara’da olan Enver Paşa’yla da tanıştı ve onunla müzâkerelerde bulundu. Türkistan’da Rus işgâli Kızıl Ordu eliyle tamamlanırken 1923’te İran’a geçti. Bir taraftan siyâsî mücâdelesini sürdüren, diğer taraftan da ilmî çalışmalardan geri kalmayan Zeki Velidi, Meşhed’deki Ravda kütüphânesi’nde, o zamana dek başka eserlerden nakiller yoluyla varlığı bilinen; fakat günümüze intikâl etmediği düşünülen, İbn-el Fakih’in coğrafyası ve İbn Fadlân’ın seyahatnâmesini buldu. Bu ikinci eseri, 1932’deki Türk Tarih Kongresi’nde Kemalist rejimin gayrıilmî târih tezlerine karşı çıktığı için baskı altına alınması üzerine gideceği Viyana’da doktora tezi olarak ele aldı.
Zeki Velidi’nin Türkiye’deki hayatı, İran’dan sonra Afganistan ve Hindistan’ı tâkiben kısa süreli ziyâretini saymazsak 1925’te, o sırada Berlin’de bulunan Dr. Rıza Nur’un tavassutu ile Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’nin dâveti ve Yusuf Akçura’nın kefâletiyle başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti üyeliğine, ardından 1927 yılının başında İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Şubesi’ne târih muallimi olarak atanan Zeki Velidi, V.V. Barthold’un Türkiye’ye dâvet edilmesini ve Dârülfünûn’da konferanslar vermesini de sağlamıştır; fakat yukarıda belirttiğimiz gibi, Birinci Türk Tarih Kongresi’nde yeni rejimin târih tezine muhalefet etmesi, bilhassa Şemseddin Günaltay’ın ve Rusya’da siyâsî görüş ayrılıkları dolayısıyla hasım olduğu Sadri Maksudî’nin taarruzları altında sanki bir milliyet düşmanı olarak lanse edilip meselenin şahsiyat vâdisine çekilmesiyle ülkeyi terk etmek durumunda kalmıştır. Zeki Velidi’nin, kongre öncesinde Dârülfünûn’da verdiği Timur ve Nakşibendîlik konulu bir ders dolayısıyla Mustafa Kemâl’e şikâyet edilmesi, Viyana’da yarım kalan bir ilmî çalışmayı tamamlamak için istediği iki yıllık iznin verilmemesi, Dârülfünûn’daki görevinden ayrılmasını gerektiren ve Kongre’deki tavrıyla bağlantılı tâlî meselelerdir. Togan, özetle, “Milattan binlerce yıl önce Asya’da bir medeniyet kurup büyük bir kuraklık sonrasında dünyaya yayılan Türk ırkı” düşüncesine karşı tenkidî yaklaşımını, târihî devirlerde nüfus kesâfetine bağlı göçleri esas alan ve 1946’da neşredilen Umumi Türk Tarihi’ne Giriş adlı sentez kitabında, Türk târihini Orta Asya bozkır toplumundan Selçuklu, İlhanlı gibi yerleşik hamlelere doğru tekâmül edip Osmanlı’yla zirveye ulaşan bir bütüncül yükseliş çizgisinde işleyerek devam ettirmiş ve Türk târih yazıcılığının omurgası, devletin özel çabasına rağmen geçerliliğini yitiren Târih Tezi’nin değil, onun görüşlerinin etrâfında şekillenmiştir.
Bütün bu tartışmalardan sonra anca Atatürk’ün ölümüyle Türkiye’ye dönüp yeniden İstanbul Üniversitesi’nde görev alan Zeki Velidi, 1944 senesinde, Dârülfünûn’daki ilk hocalığı zamânında öğrencisi olan Nihâl Atsız Bey’in Orkun dergisinde komünist faaliyetlere karşı devleti uyaran ve bâzı ricâli sert bir dille eleştiren yazılarından sonraki süreçte, memleketteki önde gelen milliyetçi isimlerle birlikte tutuklanıp Irkçılık – Turancılık suçlamasıyla yargılanmış, on beş ay hapiste kaldıktan sonra gelen mahkûmiyet kararını Askerî Yargıtay’ın bozması üzerine Ekim 1945’te tahliye edilmiş ve 1947 Mart’ında bütün suçlamalardan beraat etmiştir.
Üniversitedeki görevine döndükten sonra ilmî faaliyetlerini sürdüren, 1951’de İstanbul’da toplanan XXII. Oryantalistler Kongresi’nin başkanlığını yapan, daha önce kapatılan İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nün 1953’te yeniden açılmasını sağlayıp müdürlüğünü deruhte eden ve 1970 yılına kadar üniversitede eğitim faaliyetlerini sürdüren Togan’ın, 1912’de Kazan’da neşredilen Türk – Tatar Tarihi adlı erken çalışmasını tâkiben pek çok eseri yayınlanmıştır. Cengiz Han’ın Türklüğünü savunduğu Moğollar, Çingiz ve Türkler (1941), Tophane’de mahkûmken yazmaya başladığı ve beraatinden sonra neşredilen Umumi Türk Tarihine Giriş, bugün hâlâ en önemli usûl kitaplarından biri olarak okutulan Tarihte Usul (1950), ölümünden hemen sonra neşredilen Oğuz Destanı. Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlil (1972) dışında hâlâ neşredilmemiş çalışmaları da bulunmaktadır. Hayatının 1925’e kadarki devresini kaleme aldığı Hâtıralar da 1969 yılında neşredilmiştir. Togan, bu kitabın “Sonsöz”ünde, sonraki kırk dört yılın malzemelerini de dikkatli bir şekilde topladığını ifâde etmesine rağmen ilmî çalışmaları sebebiyle bu kısmı yazmaktan vazgeçtiğini belirtmiştir.
Göktürk Çakır