Ziya Gökalp kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

14 mins read

Türk milliyetçiliğinin büyük mübeşşiri, 20. asrın ilk çeyreğinde Türk milletinin büyük hocası ve mezar taşında mukayyed olduğu gibi “büyük mürşid” Ziya Gökalp, Uriel Heyd’in ifâdesiyle “İran ve Arap topraklarına yakın sınır boylarında Türk uygarlığının ileri kalesi olmuş” Diyarbakır’da doğmuştur. Birkaç kuşak boyunca devlet hizmetinde önemli memuriyetler üstlenmiş bir âileye mensup olan Gökalp’ın babası Tevfik Bey, Diyarbakır’da Devlet Arşivleri ve Basımevi Müdürlüğü yapmış, şehrin salnâmesini yayınlamış ve Nüfus Nâzırlığı görevini deruhte etmiştir. Onun dedesi Hüseyin Sâbir de (II.) Mahmud döneminde müftülük yapmış önemli bir şahsiyettir.

Diyarbakır Askerî Rüşdiyesi’nin ardından Diyarbakır İdâdîsi’ne devam eden Ziya Bey, arayış hâlindeki yüksek tecessüsü ile henüz Diyarbakır’dayken kendisini yetiştirmeye başlamış, kendisinde ilk Türkçülük kıvılcımlarını ateşleyecek Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî’si ile Şıpka kahramânı Süleyman Paşa’nın Târih-i Âlem’ini on beş yaşındayken okumuş, ayrıca çeşitli Jön Türk neşriyâtını tâkip etmiş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin nüvesini kuran isimlerden Abdullah Cevdet’in Diyarbakır’a gelmesi üzerine onunla ilişki kurarak bu faaliyetlerine ayrı bir mecrâ kazandırmıştır. 1896’da İstanbul’a gelen ve sağladığı imkânlar dolayısıyla Baytar Mektebi’ne kaydını yaptıran Gökalp, muhtemelen bu târihlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmuş olmalıdır. Baytar Mektebi’ndeyken devrin hafiye teşkîlâtının gözünden kaçamayan geleceğin büyük mütefekkiri, taşıdığı düşünceler sebebiyle okuldan atılmış (1900) ve 1 yıl hapisle tecziye edilmiş, serbest kalınca da zorunlu ikâmetle Diyarbakır’a gönderilmiş ve 9 yıl boyunca şehirden ayrılmamış, bu zaman zarfında da Mehmed Mehdi, Tevfik Sedat, Mehmed Nail gibi müsteâr isimlerle Peyman ve Dicle gazetelerinin neşriyâtında görev almıştır.

1. Meşrûtiyet’in îlânı ve Sultan Hamid’in tahttan indirilmesinden sonra Selânik’te toplanan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır temsilcisi sıfatıyla bu şehre dâvet edilmiş, burada getirildiği merkez-i umûmî âzâlığı, partinin 1918’de dağılmasına kadar sürmüştür. Selânik’te Batı felsefesi ve sosyolojisine daha kolay mülâkî olma imkânı bulan Gökalp, önce Alfred Fouillée’nin görüşlerini öğrenmiş ve en fazla etkileneceği kişi olan Fransız sosyolog Emile Durkheim’ı da o yıllarda incelemeye başlamıştır. Düşüncesinin temelinde yer alan “millet”i de Durkheim’da bulan Gökalp, ona dayanarak “mâşerî tere’iler” dediği kolektif tasavvurların yokluğunda o tasavvura konu olan öznenin de yok sayılacağını yazarak milleti bir şuur idrâki etrâfında örmüştür. Ona göre, millet, bir bilme hâlinin neticesinde doğan modern bir kavramdır: Mesela; Meşrûtiyet’ten evvel işçiler vardı; ama “Biz işçi sınıfıyız” bilinci olmadığı için işçi sınıfı yoktu veya yine Meşrûtiyet’ten evvel Türkler vardı; ama bir Türklük tasavvuru, bilinci olmadığı için Türk milleti de yoktu. Türk Medeniyeti Tarihi‘ni yazarken de herhâlde bir ikileme düştüğünü düşünmüyordu; zîrâ Türkçe konuşan bir sürü insanın varlığıyla Türk milletinin varlığını aynı şey olarak kabûl etmediği anlaşılıyor. Onun kafasında Türk, primordial bir mefhum; ama Türk milleti modern bir mefhumdu. Durkheim’in bizde özellikle Gökalp sâyesinde çok kuvvetli etkileri olmuştur. Kimi kitapları Fransızca neşrinden sonra ilk defa Türkçe’ye çevrilmiş, bazılarının İngilizce çevirileri Türkçelerinden 30 küsur yıl sonra yapılmış, Leçons de Sociologie (Sosyoloji Dersleri) ise Fransızca olarak Fransa’dan bile önce ilk defa İstanbul Üniversitesi’nce 1950’de basılmıştır.

1911 – 1912’de Selânik’teki İttihat ve Terakki Mektebi’ne felsefe ve içtimâîyat hocası olarak atanan Gökalp, Ali Cânip ve Ömer Seyfeddin tarafından neşredilen Genç Kalemler dergisinin kadrosuna dâhil olmuştur. Gökalp, Yeni Lisan hareketinin doğduğu bu mecrâda Demirtaş müsteârıyla “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” makâlesini neşredecek, bu yazısı bir hafta sonra Yeni Felsefe Mecmuası’nın tahrir heyeti tarafından “Mesleğimiz ve Yeni Hayat” başlıklı bir başka yazıyla ele alınacak ve derginin sonraki sayılarında “Yeni Hayat” başlığıyla işlenmeye devam edilecektir. Gökalp Yeni Hayat’la içtimâî bir inkılâbı, iktisat, âile, hukuk, siyâset, felsefe alanlarında eskinin yerine ikâme edilecek topyekûn bir dönüşümü kastediyor, insanları Yeni Hayat’ın değerlerini arayıp gerçekleştirmeye dâvet ediyordu. Sonuçları kestirilemeyen Yeni Hayat düşüncesinin bir programı olmadığını; fakat bir metodu olduğunu ve bu metod doğrultusunda onun umdelerini ortaya koymak üzere hayatın bütün unsurlarını ele alan monografilerin bu düşünceye bağlı gençler eliyle yazılması gerektiğini anlatan Gökalp, Yeni Hayat’ın temeline millî bir yaşayışın üzerinde yükselecek insânî bir milliyetçiliği ve çökmekte olan Batı medeniyetinin yerini alacak Türk medeniyetini koyuyor, onun, Batılılar gibi tefessühe uğramamış, Nietzsche’nin hayâl ettiği üstün insan olan Türkler’den neşet edeceğini savunuyordu.

Onun bu kanaatlerinin sonraki yıllarda Mustafa Kemal Paşa’nın inkılâplarına yön verdiği düşünülebilir. C. Zimmerman “Bu İnkılâbın fikrî şerefi geniş mânâda Ziya Gökalp’a ve onun rehberliğiyle sosyoloji doktrinleri konusundaki öğretim faaliyetine aittir” derken bu yazılarıyla üstlendiği öncü rolüne atıf yapmıştır; fakat Gökalp’ın görüşleriyle Atatürk inkılâbının topyekûn Batıcı eğilimleri arasında önemli ayrışmalar olduğu da unutulmamalıdır. Bu bağlamda N. Kösoğlu, Gökalp’ın düşünceleriyle Cumhuriyet rejiminin icraatları arasında örtüşme değil çelişme görerek “Cumhuriyet politikalarına bir fikir babası yahut yakından etkileyici birini bulmak gerekiyorsa, bunu, aynı zamanda Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olan Ahmed Ağaoğlu’nda aramak gerekir. Onun yazdıklarına yakından bakıldığında bu örtüşme kolayca görülebilir” demiş ve başka bir adresi işâret etmiştir. Gerçekten de çağdaşlarının “Frenk Ahmet” dediği, Mehmed Emin Resulzâde’nin ifâdesiyle Batıcılığın nihâî sınırlarına varmış Ağaoğlu “….bir medeniyet zümresi bölünemez bir bütündür, parçalanamaz. Süzgeçten geçirilemez. Galibiyet ve üstünlüğü kazanan onun bütünüdür” diyerek, millî bir harsın oluşturulmasını arzulayan Gökalp’a karşı, seçmeci değil toptancı bir yaklaşımla Batı değerlerini topluma empoze eden Atatürk inkılâplarına daha yakındır. Bununla birlikte Gökalp’ın görüşlerinin Atatürk inkılâplarında hiç etkili olmadığını söylemek yanlıştır.

Gökalp Balkan Savaşları dolayısıyla İttihat ve Terakki merkezinin İstanbul’a nakliyle tekrar İstanbul’a gelerek Türk Ocağı’nın etkin şahsiyetleri arasına girmiş, Türk Yurdu’nun yayın kuruluna seçilerek faaliyetlerini başkentte sürdürmüş, Akçura’nın tâbiriyle “bu surette bütün Türkçülük kuvvetleri bir araya toplanmıştı.” Bu yıllarda, 1918’de Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak adıyla kitaplaştıracağı yazılarını yayınlamış, Halka Doğru, İslâm Mecmuası, Millî Tetebbular Mecmuâsı, İçtimâîyat Mecmuâsı ve Yeni Mecmua gibi pek çok mevkûtede yazılarını neşretmiştir. Ziya Gökalp, I. Dünya Savaşı’nda yenik düşmemiz üzerine, yapılan ısrarlara rağmen, ülkeyi terk etmeyip 1915’te Türkiye’nin ilk sosyoloji bölümünü kurduğu Dârülfünûn’daki derslerine devâm etmiş, İstanbul’u işgâl eden müttefikler tarafından İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden biri olarak yargılanıp önce Bekirağa Bölüğü’ne atılmış, ardından 1921’e kadar kalacağı Malta’ya sürgüne gönderilmiş ve orayı da kendisiyle nefyedilenler için bir okul hâline getirerek millî dâvâyı yaymayı sürdürmüştür.

İşte Gökalp, yeni rejime tesir eden görüşlerini Malta sürgününden sonra üzerine eğileceği temel kitabında ortaya koymuştur. Cumhuriyet’in kurulmasından çok kısa bir süre önce fikir hayâtımıza giren Türkçülüğün Esasları serdettiği düşüncelerle berâber yayınlanma tarihi açısından da önemlidir. Programın “Dilde Türkçülük” bahsinde Gökalp özetle dili sâdeleştirmek, tarihî kelimelerimizi kullanıma sokmak gerekliliği üzerinde durmuştur. Atatürk de dil konusunda duyarlıydı. 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün tâlimâtıyla kurulan Türk Dil Kurumu bu ilgiden doğmuştur. Türkçe’nin sâdeleştirilmesi, yabancı dillerin etkisinden kurtarılması için birkaç yıl çeşitli çalışmalar ve denemeler yapılmış; sonunda, Atatürk, Gökalp’ın da karşı olduğu bir tasfiyecilik hâlini alan aşırılıkların dili bir çıkmaza götürdüğünü görerek gelişmenin doğal seyrine bırakılmasını istemiştir. Sonraki yıllarda bir cinâyet seviyesine çıkan işgüzarlıklarınsa Gökalp’ın “Türkçeleşmiş Türkçedir” prensibinin düşmanı olduğu açıktır. Kadınların sosyal ve siyâsî hayata katılmaları, tek eşle evliliğin esas alınması, ev içinde, mal edinme ve mirasta, çocuklar üzerindeki velâyet hakkında kadın-erkek eşitliği gibi Türkçülüğün Esasları’nda “Ahlâkta Türkçülük” başlığı altında ele alınan konuların 1934’te gerçekleştirilen Medenî Kanun yeniliğiyle Cumhuriyet Türkiyesi’nde eyleme konulması Gökalp’ın düşüncelerinin yarattığı etkilerden sâdece biridir.

Ayrıca Gökalp, Türk düşünce târihinde dinin devlet işlerinden ayrılması tezini sistematik olarak ortaya koyan, lâiklik konusunda görüşlerini bilimsel bir tarzda açıklayan, İslâm Mecmuası (1914-1915) ve Yeni Mecmua (1917-1918)’daki şiirleriyle dillendiren ilk düşünürdür:  “Devlet ile medrese ayrı iki âlemdir / Müftü İle halife birbirine karışmaz / Ayrıysa da bu iki kuvvet, dâim tev’emdir / Nüfuz bende diyerek birbiriyle yarışmaz…”  Hatta bu ve meşîhat makâmı hakkındaki fikirleri sebebiyle, henüz İttihat ve Terakki’nin iktidarda olduğu yıllarda, Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi gibi partili şahıslar tarafından bile din düşmanlığıyla tenkîd edilmiştir. Mustafa Hayri Efendi’nin günlüklerinde bu durum açıkça görülmektedir.

Türkçülüğün Esasları’nda yer alan “Dinde Türkçülük” bahsinde Gökalp Türkçeleştirme düşüncesini temel almış ve bu konuyu dil esâsına göre gerçekleştirilecek yeniliklere ayırmıştır. Cumhuriyet’in ezan, hutbe ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi için yürüttüğü çalışmaların kaynağı da yine Türkçülüğün Esasları’dır. Gökalp’ın bugün Sultan Mahmud Türbesi hazîresinde yer alan mezar taşında hiçbir dinî gönderme bulunmamasını, yerleşmekte olan dünyevîleşme düşüncelerinin bir yansıması olarak görmek mümkün olabilir; fakat yanlış anlamaya mahal vermemek adına, Malta esâreti sırasında yazdığı mektuplarda onun mânevî dünyâsını kuvvetle yansıtan ifâdeler olduğunu belirtmekte fayda vardır: “…böyle zamanlarda Allah’a tevekkül etmek insanın imdadına yetişiyor. Bir Müslüman’a göre Allah varken keder yoktur. Türk Allah kerimdir demekle her türlü vesveseden uzak yaşar. İşte ben de bir Müslüman gibi, bir Türk gibi Allah’ın inâyetine güvenerek kendi kendimi teselli ediyorum.” Buna rağmen bâzı muârızlarının aradan onca yıl geçmesine rağmen onu hâlâ dinsizlikle ithâm etmelerinde, ölüm ânıyla ilgili akla hayâle sığmaz iftirâlar atmalarında şüphesiz Türkçülük ve Türklük düşmanlığının etkisinin büyük olduğunu söylemeliyiz.

Gökalp, ekonomi konusunda “ferdî mülkiyet gibi, sosyal mülkiyet de olmalıdır. Cemiyetin bir fedakârlığı veya zahmeti neticesinde husûle gelen ve fertlerin hiçbir amelinden hâsıl olmayan fazla kârlar cemiyete aittir. Fertlerin bu kârları kendilerine mâl etmeleri meşru değildir” diyerek özel mülkiyetin ve kamu mülkiyetinin yan yana olmasını istemiş ve devletin ekonomiye müdahaleciliğinin ötesinde, hem işletmeci hem sermâyedar olarak katılmasını öngören bir karma ekonomik sistem önermiştir. Cumhuriyet’in ilk döneminde, ekonomik kalkınma için yapılan girişimler de bu çerçeve içinde kalmıştır. Zaman zaman hür teşebbüse, zaman zaman devletçiliğe ağırlık verilmesi ise, dünyadaki ekonomik değişimlerin ve bunalımların seyrine göre olmuştur. Gökalp “Siyâsette Türkçülük” konusunda “Siyâsette uğraşımız halkçılık ve kültürde uğraşımız Türkçülüktür” diyerek halkçılık umdesini de tezinin esaslarına dâhil etmiştir. Türk Ocakları’nda doğan Halka Doğru hareketinin, aydınların halka medeniyet götürüp ondan harsı öğrenmesi düşüncesine dayalı bu millî popülizmin kaynağı, Hüseyinzâde Ali’den ilhamla (Hüseyinzâde Ali Turan maddesine bkz.), onun görüşleridir ve halkçılık ilkesinin önce Cumhuriyet Halk Partisi programında, sonra anayasada yer alması, tek başına olmasa da onun bâriz etkisiyle açıklanabilir. Ayrıca Gökalp’ın Ankara’da, yeni teşekkül eden Halk Fırkası’nın programını hazırladığı da unutulmamalıdır. Bütün bunlara rağmen onun, ölümünden sonra gittikçe gözden düştüğünü de söylemeliyiz. Z. Toprak’ın Darwin’den Dersim’e başlıklı kitabından öğrendiğimize göre, 1937’de II. Türk Tarih kongresi için hazırlanan sergide kendisinden ve Nâmık Kemâl’den “Şimdiki telakkilerimizle birer şeriatçı softa gibi konuşmuş ve fikir yürütmüş” ifâdeleriyle bahsedilip taklit, iğreti, köksüz, şuursuz ıslahat girişimlerinin mümessillerinden sayılması ve 1940’ların ilk yarısına kadar eserlerinin yeni harflere aktarılmaması bu düşüşün boyutunu ve yeni inkılâpların “seviye”sini göstermesi açısından önemlidir. Ağaoğlu dışında Gökalp sonrası dönemde rejimimizin gözde düşünürü, Kürtçü pozitivist Abdullah Cevdet’tir.

Ziya Gökalp, Dr. Rıza Nur’un Maarif Vekilliği zamanında,“Kürtler meselesi beni üzüyor. Bir şey yok ama bir gün milli davaya kalkacaklar. Bunları temsil etmek lâzım. Tetkikata başladım. Temsil usullerine dair kitaplar getirttim. Kürtler hakkında kitaplar buldurdum. Diyarbekir’de olan Ziya Gökalp’e de para yollayıp kürtlerin coğrafî, lisanî, kavmî, içtimaî ahvalini tetkik ettirdim. Bir rapor gönderdi. Maksadım oranın bir Makedonya olmadan, kökünden mes’elenin halli idi” kaygılarıyla Hayat ve Hatıratım’da ifâde ettiği meseleye de eğilmiş ve bunun sonucunda Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı raporunu yazarak Rıza Nur’un da işâret ettiği, Türkmenlerin Kürtleşmesi olgusuna değinmiş, aşiretlerin evsafı ve cevelân sâhalarını, nasıl medenîleştirilmeleri gerektiğini ilmî usullerle ortaya koymuştur. Ne yazık ki bu eser bile pek çok câhil müfteri tarafından “Kürtçülüğün Esasları” adlı muhayyel bir kitap yazdığına delil olarak öne sürülmüş, ismi ve içeriği tahrif edilerek anlatılmıştır. Aynı müfteriler, Türkçülüğün Esasları’nın da Rıza Nur’un tehdidiyle yazıldığını iddia edecek kadar şirâzeden çıkmışlardır.

Gökalp, Kızılelma (1914) ve Altın Işık (1923) adlı manzum eserlerinde millî rûhu, destan ve masalları işlemiş, fikirlerini de Yeni Hayat (1918) başlığıyla kitaplaştırdığı muhtelif zamanlarda yayınlanmış didaktik şiirleri yoluyla yaymaya çalışmıştır. Türk Töresi (1923) ve ölümünden sonra yayınlanan Türk Medeniyeti Tarihi (1925) Türkçülük fikrinin ilmî bir surette ele alınabilmesi için gerekli târihî – kültürel zemînleri ortaya koymaları bakımından önemli eserleridir.

Gökalp, pek çok konuda ardılları tarafından eleştirilmesine rağmen bugün hâlâ yeniden okunmak ve değerlendirilmek yoluyla Türk düşünce hayâtına katkı sunabilecek keyfiyette bir düşünürümüzdür. Geleceği inşâ etmek için, millî bir gelecek kurmak konusunda pişdâr olan bu büyük adama dönmekte her zaman fayda hâsıl olacaktır. Yahya Kemal’in dediği gibi; “Diyarbekir’in bir hârika olan bu oğlu konuştuğu zaman istikbâlin muhayyel bünyânını kuran dev gibi bir mimara benzerdi; İlk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bâni idi; maziye arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla yalnız istikbâle bakardı.”

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe